10 Eylül 2017 Pazar

Aras'ın Spor ve Mistisizm Üzerine Bir Sohbetten Sonra Aşkını Kazandığı Hanım




Sıcak sulara uzanır ayakları elleri vardır kollarının bittiği yerde
Sabahları hayat başlar dünya bizim kalmamız gereken yerdir ineriz
Saçları gökyüzüne uzanır sanırım orada dostları var ağlayabilir onlara
O ağladığında buna karşılık üstümüze alkışlarız Roma İmparatorluğu yıkılır

Milattan önce uzandım varmam uzun sürdü dudaklarına ben üzgünüm
Unuttuğum çocuklar var biralar üzerime dökülür seni öpmeyi başarırım
Alkışlara ara verilince kötülere korku veririz kedilere vardır bunun anlamı
İyilere yumruklarım lokum tekmelerim şekerlemedir böyle filmler izleriz

Uçaklara tebrik ederiz üstümüze çok güzel düşerler kış gelince
Bu kış buradan kuşlanır bir kışın kuşlandığı yer tam burasıdır
Sonra sıcaklığın buluşur başının döndüğü hayat denizleriyle
Ben üzüldüğümde kanayan güzel bileklerinle izimiz kalır elbiselerde

O çocuk yanlış koşuyor yağmurlar bu yüzden memleketlenir üst üste
Orospu çocukları gibi severiz birbirimizi madalyalarımız gülmekten
Bu küfürler aslında anlamından ziyade suların üstümüzden geçmesinden
Şimdi dünyanın tüm Mayıs ayları birleşir sen çok daha apartmanlar sevilirsin

Kuş bak ben bu yollardan geldim ölebilirdim mümkün ölmedim
Sana küçük harakiriler biraz da duvara son hız bir şeyler getirdim
Sen neredeyiz onu anlat bu yer bu gök kimin bu üç ton geceler
Ambulanslar ısmarlayalım birbirimize dünya uzun uykusundayken



*Daha önce Diri Ozanlar Derneği'nin üçüncü sayısında yayımlandı


29 Mayıs 2017 Pazartesi

Dünyada, Yani Burada Değil



Bir yere varmıyor. Bu kesin. Yazarların, iyi yazarların tek bir meselesi olur genelde. Her yeni öyküde ya da romanda o meselenin bir çeşitlemesini sunarlar. Jonathan Franzen, Özgürlük kitabında tam 600 sayfa boyunca bir ailenin, böyle bir dünyada varolmaya çalışan aile bireylerinin hikayesini anlatıyor. Özgürlüğün, daha doğrusu özgürlük hissinin ne olduğunu, ona sahip olmanın ne anlama geldiğini ve böyle bir yanılsamaya kapıldığımızda nasıl hayal kırıklıkları yaşayacağımızı…

Sonuç aynı: Bir yere varmıyor. Elbette özgürleşmeliyiz. Ta ki özgürleşmenin asıl mesele olmadığını anlayana kadar. Her gün kalkıyor, yürüyor ve mahvoluyoruz. Kitapta belki de bu güneşin altındaki insanlar arasında olabilecek her şey, her nokta ele alınıyor. Mutluluklar, umutlar, beklentiler ve acılar. Ama bir yere varmıyor. Çünkü dünyadayız. Yani burada değil. Dünyada. Bu kolay atlatılabilecek bir şey değil. Jonathan Franzen da atlatamıyor. Yoksa insan neden 600 sayfalık bir kitap yazar ki?

24 Aralık 2016 Cumartesi

Çatışmadan Önce Birlikteyiz






Galiba Yağmur Yağacak

O otobüse binmemek gerekiyordu. En azından o ağrıyla. Su uzatsaydı biraz daha. Yapacak bir şey yok. “O sokaktaki çocuğu hatırlıyor musun? Ona yardım etmeliydik. Sonra o sakat adam vardı. Onun da ricasını kırmamalıydık. O zaman seni öyle öpmezdi belki.” “Bilmiyorum. Otobüsten insek ya. Zaten, yani yanlış otobüse bindik.”  “Tamam ineriz. Ama bir saniye, galiba yağmur yağacak.” “Onu öyle öpmeyecektin”. “Doğru diyorsun.. İnelim ya şu otobüsten.”

Her zaman evrenin ardında bir zekâ olduğuna inanırdım. Ama indiğimiz yerde bu zekâdan bir eser yoktu. Hepsi birbirine benzeyen sokaklar. Nerden baksan 5 milyon yağmur tanesi düşmüştü yerlere. Yürüyoruz.  “Denize inelim şuradan”. Denize iniyoruz. Yüzmek için kötü bir hava ama yapacak bir şey yok. Ağrıdan kurtulmak için alternatif tıp yöntemlerini kullanmalıyız. “Sen atla önce akıntı yoksa ben de gelirim.”  “İyi tamam atlıyorum.” Bir süre yüzmesini seyrettim. Akıntı yok gibi görünüyordu. Yani boğulmadığına göre akıntı yoktu. Bilimsel bakış açım buydu. Cüzdan şu bu, bir çukura sokup üstüne taş koydum. Atladım denize. Hava denizden daha soğuktu.  Yağmur beklediğimiz etkiyi yaratmasa da yağıyordu. Yaklaşık 45 dakika açıldık. Ağrı geçmek üzereydi. “Geri dönelim.” Denizden çıktığımızda hava aydınlanmaya başlamıştı. “Ben gidiyorum” dedi. “İyi sağ ol “dedim. Gerçekten gitti. Bir süre gitmesini izledim. Sonra ayağa kalkıp peşinden koştum. Koşarken pantolonumun ıslaklığının beni rahatsız ettiğini fark ettim. “Biraz para bırak şurada kahvaltı yapacağım ben”. “Haa, tamam.” Avucuma para bırakıp uzaklaştı.

Ben Boksördüm Biliyon mu?

Kafamı atletle kurulayıp karşıdan karşıya geçiyorum. Hava 9 dereceyi gösteriyor. Meydandaki saatin kanaati bu yönde. 

İki poğaça bir çay alıp masaya oturdum. Ağrıdan eser yoktu. Biraz bacağıma dokundum. Yok, artık dokununca da ağırmıyordu. Sıyırdığım pantolonun paçasını katlayıp sağlığıma şükrettim.

Şekerliğin içinde iki tane şeker kalmıştı. Bu miktar benim için yeterliydi. Çaya iki şeker attım. Bir süre erimesini bekledim. Aynen bu durumdan bahseden bir filozof olduğunu hatırladım. İnsanlar nelerle uğraşmış diye düşündüm.

Anlaşılan gitmekten vazgeçmişti. Karşıma oturduğunda son on dakikada iki yıl yaşlanmış gibi görünüyordu. “Uyumadın mı?” dedi. “Yok, ne uykusu yahu, ağrıdan uyku mu kaldı anasını satayım, birazdan uyurum ama.” Ceketini çıkartıp yeni yaptığı dövmeyi gösterdi. Bir surattı aslında bu dövme. Basbayağı kolunda surat vardı yani. Çok saçma buldum bunu. O yüzden kepenkleri tamamen açmaya çalışan işletmeciye yardım ettim. Kilidi bir türlü açamıyorduk. Bunun üzerine içerden bir balyoz getirdi işletmeci. Öyle sanıyorum kilidi kırmaya karar vermiştik. Önce o vurdu iki kez. Sonra ben denedim. Yoldan geçen bir şarapçı yardıma geldi. O da birkaç kez vurdu “Kaliteli kilit bu Allah gelse açamaz” dedi. Bu tanrıbilimsel açıklama bizi yıldırmadı. Balyozu yeniden alıp son hız vurdum. Yerdeki bir taş sekip dükkânın iki camını indirdi. Bir süre şangur şungur yere saçılan cam parçalarını izledik. “Bu böyle olmayacak ben bir çilingiri arayayım” dedi işletmeci. “Öyle olsun” deyip yeniden masaya geçtim. Masanın üstündeki atletle bir süre daha saçlarımı kuruttum. Ona baktım, telefonuyla uğraşıyordu. İçerden işletmecinin sesi geliyordu “Bugün Pazar ne ya. Başlatma pazarına! Gel aç şu kilidi!” İşletmeciden kafamı çevirip yeniden ona baktım. O da bana bakıyordu. “Burada niye televizyon yok” dedi. “Ufak işletme ya. Gerek duymamışlar.” dedim. İşletmeci balyozla duvarlara vurmaya başlamıştı.

“Çay içer misin” dedim ona. “İçerim” dedi. Kafamı içeri uzatıp “Abi iki çay” dedim. İşletmeci balyozla şekerlikleri parçalıyordu. Bir an durdu. Çaydanlığın başına gitti. İki çay koyup getirdi. “Yalnız şeker yok. Bugünlerde ülkede şeker sıkıntısı var. Bulamıyoruz,” dedi. Bu karşımdaki insan için problem değildi. Çünkü o zaten çayı şekersiz içerdi. Ama bu benim için bir problemdi; çünkü ben çayı şekerli içerdim. “Bugün ne yapalım?” dedim ona. “Yürüyelim biraz, sonra gün başlayınca buluruz yapacak bir şey” dedi. İşletmeci dükkânın içini komple yıkmıştı. Yanımıza geldi “Bir çay daha içer misiniz?” dedi. “Yok abi, biz kalkacağız dedim.” Bunun üzerine balyozla çaydanlığa doğru ilerleyip bir darbede yerle bir etti. Atletimi giydim. Bu sırada şarapçı tekrar geldi. Bir süre dükkânı izledi. Sonra bize dönüp “Çükümü göstereyim mi?” dedi. “Valla şu an bu yönde bir ihtiyacımız yok. Ama çok istiyorsan gösterebilirsin” dedim. Bana doğru eğildi “Ben boksördüm biliyon mu?” dedi. Çükünü göstermeden uzaklaştı. Masaya iki lira bırakıp kalktık.

Acı ve Titreme

Yolda yürürken ağrı yeniden başladı. Sekiyordum. “Üşüyor musun” dedi titrediğimi görünce. Üşümekten daha ciddi sıkıntılarım vardı o yüzden cevap vermedim. Ceketini çıkarıp bana verdi. O da sırılsıklamdı ama dünyevi şeyler onda bir rahatsızlık yaratmıyordu.“Eve gidelim. Sen böyle dolaşma dışarıda” dedi. Benim evim çok uzaktı. Oraya gidene kadar toplamda üç organ kaybedebilirdim. Onun evine gitmeye karar verdik. Ama bunu yapabilmemiz için annesinin işe gitmesini beklemek zorundaydık. Bunun nedenini bilmiyordum. Ama soracak mecalim de kalmamıştı. Evlerine kadar yürüdük. Eve yakın bir parkta oturup annesinin apartmandan dışarı çıkmasını bekledik. Bakkala gidip sakız, sigara ve gazoz aldı. Sigarasını yaktı. Ben de gazozu açtım. İçip beklemeye başladık. Sonra çantasını açıp iki bere iki tane de güneş gözlüğü çıkardı. “Tanınmayalım” dedi. Gözlükleri ve bereleri taktık. Titreyerek sigara ve gazoz içiyorduk. Sakız teklif etti, kabul etmedim. “Doktor ne diyor?” dedi. “Neyle ilgili?” dedim. “Ağrı işte ya. Bacağın falan” “Ha, o konuyla ilgili bir konuşma geçmedi.” “Ne konuştunuz peki?” “Pek bir şey konuşamadık.” “Neden?” “Doktora gitmedim çünkü.”

Islak ayakkabılarımı çıkarıp, çıplak ayaklarımı kıçımın altına aldım. Bu titrememi biraz durdursa da acıyı artırmıştı. Acı ve titreme dengesini sağlamam gerekiyordu. “Acı ve titreme” dedim kendi kendime. “Korku ve Titreme o” dedi. “Hangisi?” dedim. “Bahsettiğin şey. Korku ve Titreme o.” Cevap vermedim. Uyumak için kafamı onun omzuna doğru yaklaştırdım. Güneş gözlüğünü kafasına doğru kaldırıp bana baktı.” Sen çok titriyorsun ya” dedi. Üstündeki kazağı çıkardı. Sonra benim üstümdeki ceketi çıkardı. Daha sonra kazağı bana giydirdi. Sonra ıslak pantolonumu çıkardı ve ceketi alıp bacaklarımı ve ayağımı örttü. Kafamın altına da çantasını koydu. “Sen bekle hemen geleceğim” dedi.

Kafamda bere, gözümde güneş gözlüğü, üstümde kırmızı kazak, çıplak bacaklarımın üstünde bir ceketle bankta uzanıyordum. Gelip geçen bir iki kişi bana baktı. Sanırım bankta yatan serseri jargonunda yeni bir çığır açmıştım. Üşüyen ellerimi başımın altına koydum. Geri dönmeme ihtimalini düşündüm. Kaçıncı katta oturduklarını biliyordum. Annesini de görsem tanıyabilirdim. Ama eve girmek bir meseleydi. O yüzden bankta yatıp onu bekleme seçeneğimi sonuna kadar kullanmaya karar verdim. Acı ve titremeye rağmen uyumak üzereydim. Bu sırada bir bisikletin üstünde geri döndü. Gözlüğümü kafama çıkarıp yattığım yerden ona baktım. “Eczaneler daha açılmamış. Sana bir şeyler getirecektim.” dedi. “Bisiklet ne alâka?” “Bilmem, yolda duruyordu ben de bindim” Apartmana doğru baktı. “Annem çıkıyor. Kalk kalk” dedi. Hemen doğruldum. Apartmandan bir kadın çıkmıştı gerçekten de. “Niye bu tarafa doğru geliyor. Anne niye buraya doğru geliyorsun?” dedi kendi kendine. Üzerime doğru eğildi. Gözlüğünü çıkardı “Tamam şöyle yapacağız. Eğer annem bizim yanımızdan geçerse öpüşmeye başlayacağız. Sen böyle beremi falan da indir ki tanınmayalım tamam mı?” dedi. Ben de ona “Bak burası Amsterdam değil. Sabahın köründe parkta öpüşen iki erkek emin ol daha çok dikkat çeker.” dedim. Ama bu cümleye nokta konmadan dudaklarıma yapıştı. Öpüşmenin şiddetinden güneş gözlüğüm yere düştü.  Annesi de tam bu sırada yanımızdan geçti. Dönüp bize bakmamıştı bile. Daha çok telefonuyla ilgileniyordu. Öpüşmemiz bitince hızlıca kalktık. Gözlüklerimizi yeniden takıp apartmana girdik. Asansöre bindiğimizde ağzımda kabul etmediğim sakızın tadı vardı.

Çatışma Büyüyecek

Ev sıcaktı. Hemen üstümdekileri çıkardım. “Dur ben sana banyoyu hazırlayayım” dedi. Evi biraz dolaştım. Sadece donla kalmıştım. Titremeye devam ediyordum. Kütüphanesine baktım. Beckett ve Joyce dışında ilgi çekici bir şey yoktu. “Banyo hazır.” dedi içeriden. Banyoya girdim. “Bir şeye ihtiyacın olursa haber ver. Bu arada mesaj attı yoldaymış” dedi. “Tamam” deyip kapıyı kapattım. Donumu çıkarıp küvete girdim. O an evrenin ardındaki zekâya yeniden inandım. Güzel bir dünya olabilirdi burası. Kafamı küvetin kenarında dayayıp gözlerimi kapattım.

Gözlerim açıldığında koridordan sesler geliyordu. “İçeride mi?” diyordu bir kadın sesi. “Evet. Uyumuş küvette. Dokunmadım” “Tamam. Ben bir bakayım. Çok sağ ol onunla ilgilendiğin için” “Ne demek yahu. Güzel vakit geçirdik.”

Camlı kapının ardında gölgesini gördüm. İçeri girdi. Gözlerimi kapatıp uyuyormuş gibi yaptım. Bir süre yanımda dolandı. Sonra elini suya daldırdı. Bir süre sonra da sıcak suyu açtı. Başımı okşayıp seslendi “Uyan canım.” Gözlerimi açtım. Bir süre onu izledim. Üstünde -küçük memelerine rağmen- dekolte diyebileceğimiz kırmızı bir elbise, elinde küçük bir çanta, dudağında da sabahın köründe neden sürüldüğü belli olmayan bir ruj vardı. “Yer aç da yanına geleyim” dedi.  Küvette doğruldum. Üstündekileri çıkarıp küvete girdi. Altında bikini vardı. “Kış günü bikini?” dedim. “Ben yaz kış giyiyorum altıma.” dedi. Uzun uzun baktı bana. “Bacağın nasıl oldu?” “Daha iyi”. Küvetin yanındaki pencereyi açıp sokağa baktı. “Çatışma büyüyecek” dedi. Kafamı uzatıp dışarı baktım. Birkaç tane yeşil takım elbiseli adam vardı. “Galiba öyle olacak” dedim. Pencereyi kapattık. “Seni özledim” dedi. Bana doğru yaklaştı, öpüştük. Biz öpüşürken evin kapısı kırıldı. Banyonun camlı kapısından sadece yeşil renkte üç dört kişi görüyorduk. Olayları daha çok sesler üzerinden takip etmeye çalıştık. “Bisiklet nerede?”  “Gezmek için almıştım. Yemin ederim geri getirecektim. Vurmayın n’olur.”  “Gel buraya. Bisikletin yerini göster. Yürü.”  “Tamam göstereceğim. N’olur vurmayın”

Sonra sesler kesildi. Yeniden pencereyi açıp aşağıya baktık. Yeşil takım elbiseli adamların sayısı bine yaklaşmıştı. Bütün sokağı kaplamışlardı neredeyse. Büyük kalabalık karşıdaki parkın içine doğru yaklaştı. Parkın küçük kapısından yanında bisikletle evinde konuk olduğumuz delikanlı çıktı. “Alın, bisiklet burada. Özür dilerim” dedi. Yeşil takım elbiseliler delikanlıyı alıp bir çöp konteynırına koydular. Kapağını da kapatıp üzerine yan taraftaki inşaattan getirdikleri tuğlaları yerleştirdiler. Yeşil takım elbiselilerden oluşan kalabalık yarıldı. Gülerek bisikletle ilerleyen bir yeşilli geçti aralarından. Kalabalık yavaş yavaş onu takip etmeye başladı. Sağdan sapıp yaklaşık beş dakika içinde gözden kayboldular. İçlerinden biri şapkasını düşürmüştü. Sokağın tam ortasında güneşte parlayan yemyeşil bir şapka duruyordu. Pencereyi kapattık. Beni yeniden öptü. Onu öpmeyi çok özlediğimi fark ettim. Uzun uzun öpüştük. Öperken gözleri hep kapalı olurdu. Dudaklarımdan uzaklaşıp gözlerini açtı. Gözlerime doğru uzun süre baktıktan sonra “Sen sakız mı çiğnemeye başladın?” dedi.


18 Şubat 2015 Çarşamba

Sinema Şiire Düşman (Değil)




Yeni bir dil arayışı içinde olan ya da yeni denen şeyi sadece dil ile ilgili bir problem sayan şairler bazı tuzaklara düştüler. Yapılan dilbilimsel çalışmaların sonunda gelinen nokta “Dil yalan. Bu sözcükler anlamsız.” gibi bir şey olduğu için elimizde kalan şey yeni olandan ziyade, süslenmiş bir klişe oldu. Çünkü dilin problemli bir şey olduğu ve kelimelerin gerçekten de bazı anlamlara gelmediği zaten bilinen şeylerdi. Bana kalırsa bütün göstergebilim yahut dilbilim çalışmaları sadece bu bilinen şeyi yeniden hatırlatmış, bu durumu kuramsallaştırmış oldular.

Şiir deneyimi ya da bilişsel deneyimin bir kriz halinde olduğu uzun zamandır söyleniyor. Bunun ne demek olduğunu ben tam olarak anlayamıyorum. Ama bu krizi genel olarak “sanatın krizi” olarak aldığımızda durum biraz daha netleşebilir. Zira yeni biçim ve standartların icadına tanık olan 20.yüzyıl sanat deneyimi bugün yeniden güncelleniyor. Bu az çok bilinen bir şey. Fakat bu güncelleme yine kriz içinde olan siyaset, tarih ya da dil üzerinden yapıldığı için ortaya yepyeni bir kriz çıkıyor. Ve bu böyle sürüp gidiyor.

Bir Ayrılık

Şiir-dilbilim ilişkisinin sonlarına yaklaşmış durumdayız. Bunu iddia edebilirim. Bütün araştırma alanları artık tanımlanmış durumda. Evet, Derrida birçok konuda haklıydı belki. Ya da Deleuze’ün “Kekeme” şiiri bize bazı şeyler ifade etmişti. Ama bunun, bu “Kekeme” düşüncenin şiiri nasıl olacaktı ya da olabilir miydi? Bu durumlar neredeyse hiç tartışılmadan şiire sokulduğu için “Deleuzeyen şiir” yazmaya çalışan ve kısa zamanda ortadan kaybolan bazı genç şiir ilgilileri de oldu. Oysa Deleuze’ün bahsettiğinin biçimsel değil de içeriğe, içkinliğe yönelik bir hamle olduğu pek konuşulmadı.

Alman Sinemasının aktüel auterlerinden Christian Petzold, bir röportajında şöyle diyordu: Evet Deleuze ya da diğer filozofların üzerimde etkisi oldu. Onları okuduğumda düşünme biçimlerimin değiştiğini de söyleyebilirim. Ama dürüst olmak gerekirse, sete gelip kameranın başına geçtiğimde “Haydi Deleuzeyen bir şey yapayım” diye hiç düşünmedim. Çünkü kameranın arkasında Deleuze biter, sinema başlar. Sinemada da “Deleuzeyen” bir biçim yoktur. Deleuze etkisi çıksa çıksa içerikte, içkin bir durumda ortaya çıkar.

İşte bu durumu şairler henüz anlayamadıkları için dilbilimsel ya da postyapısal arayışları şiir içi bir tartışmanın bitmeyen malzemesi haline getirdiler. Oysa düşünce bazında işleyen bir durumu biçim haline getirmenin, hele ki şiirde mümkün olamayacağı kimsenin aklına gelmedi. Düşüncedeki içkinlik yerine, düşüncede bahsedilen biçimin kelimeler üzerinden şiire yedirilmesi hamlesi kesin bir başarısızlıkla sonuçlandı. Neyse ki Görsel Şiir bu başarısızlığı bir nebze de olsa ortadan kaldıran yeni bir biçim olarak etkinlik kazandı ve şiirde yeni bir standart, yeni bir duygulanım oluşmasını sağladı.

Avangart Geldi Babama Dayandı

Avangart sanat eski standartların yetersizliğini ve acizliğini apaçık ortaya koymuştu. Bunun üzerinden neredeyse 100 yıl geçti. Neoavangard durumda ise avangardın ortaya koyduğu “Biçimsel bir işleyişle yeni standartlar ortaya koyma gerekliliği” bir kez daha gerekli hale geldi.

Avangart sanat, toplumsal direniş hareketleriyle doğrudan temas halindeydi. Fakat bu temas içerikteki bir ortaklıktan ziyade biçimsel bir ortaklığa işaret ediyordu. Buna “Direnme biçimlerindeki bir biçimsel ortaklık” demek mümkün. Aynı şekilde sanatlar arası bir ortak zeminin de içerikten ziyade biçimsel bir sorgulayış üzerinden kurulması da avangart düşüncenin ortaya koyduğu bir durumdu. Bugün bu düşünceyi –şiir özelinde- pratik ve anlamlı hale getirmenin yolu ise dilbilim ya da göstergebilimi bir kenara bırakıp yeni dostlar edinmekten geçiyor

Radikal hareketler 20.yüzyılda Marksist bir motivasyondan hareket etse de avangardın kendi anarşist yapısı çoğu zaman baskın olmuştur. Bugün yapılacak, yaratılacak yeni biçimsel sorgulama reel sosyalizm düşüncesinden ziyade, yeni yaşama ve hissetme biçimlerine yönlendiren ve yine anarşizan olandan beslenen bir sorgulama olarak değer kazanıyor. Sanat, siyaset ve tarih arasındaki ilişkiyi hiyerarşik bir konumlandırmadan uzaklaştırıp biçimsel anlamda ortak bir zemine kavuşturma mitosu gün geçtikçe realiteye dönüşüyor. Ama dediğim gibi içerikten ziyade biçimsel bir ortaklık bu. Ölçme birimi ve duygulanım biçimlerindeki krizi, dolayısıyla sanatın krizini aşmanın yolu –şiir özelinde- diğer sanat dallarıyla kurulacak olan biçimsel ortak zeminde yatıyor.

Antonioni’nin Hastaları

Sanatın krizi diyorduk. Bu krizin iki yönü var. Biri insan-hayat ilişkisinde, diğeri ise sanat- hayat ilişkisinde ortaya çıkıyor.

İnsan ile hayat arasındaki mesafe artıyor. Bu mesafe, bir aralıkta olduğu gibi yakınlaşmayı değil, kelimenin gerçek anlamını, yani uzaklığı temsil ediyor. Mesafenin örneğin bir şiire dönüşme noktası ise sanat-hayat ilişkisinin bir problemi haline geliyor. Mesafeyi kapatmanın yolu daha çok dilbilim vs. gibi alanlarda arandı. Ama yukarıda dediğimiz gibi, gelinen noktada elimizde kalan yeni bir şey yok. Görsel Şiir kendini bir eleştiri hamlesi olarak konumlandırdığında, harflerin ve kelimelerin kıskacından şiiri kurtardığında ise yeni bir aralık ilişkisi için uygun zemin oluştu. Görsel şiirin Çağdaş Sanat ile flörtü bu “aralık” ilişkisi için biçilmiş kaftandı. Ama ileride bu ilişki de bir problem yaratacak gibi görünüyor. Modern sanat müzelerinde ya da neoliberal sistemin paragöz işadamlarının sadece sanattan da anladıklarını ilan etmek için kurdukları müzelerde görsel şiir sergileri de yapılacak gibi görünüyor. Ama şiir, kelimelerle yaptığımız ve bazı insanların “konvansiyonel” dediği şiirin çıkış yolu diğer sanat dallarında, özellikle de sinemada gibi görünüyor.

Örneğin insan-hayat arasındaki mesafeyi hiçbir sanatçı Michelangelo Antonioni kadar net ortaya koymamıştır. Bugün şiirin de problemi olan insan ve hayat arasındaki mesafenin ne olduğunu Antonioni’nin Kızıl Çöl (Il Deserto Rosso) filminde net bir şekilde görebiliriz. Ultra kapitalizm çağında, insanın tanımını “Hastalık” olarak yapan Antonioni, bunu bir estetiğe çevirip, sanatın bir meselesi haline getirebilen ender sanatçılardan biridir.

Kızıl Çöl’ün bütün dramatik yapısı, etrafında olup biten her şeye aynı şaşkınlıkla bakan ve bir türlü olan biteni anlayamayan Giuliana karakteri üzerine kurulmuştur. Giuliana, modern (“Modern” “kapitalist batılı” anlamına da gelebilir. O bulmuştur zaten bu sözcüğü.) insanın bir örneğidir. “Olan biteni anlayamayan”dan kastım ise çok basit. Giuliana, bir fabrikanın bacasından çıkan dumanı, bir kuşun neden öyle uçtuğunu ya da insanların bahsettikleri herhangi bir şeyi “anlamıyor”. Bunu da tıbbi bir hastalıktan dolayı değil -her ne kadar filmde bir kaza geçirdiğinden sık sık bahsedilse de-, yeni ve modern insanın tanımı olan (Antonioni’nin koyduğu tanım) hastalık nedeniyle anlayamıyor. Her şeye aynı mesafeden bir hasta gözüyle bakan ve bu hastalık durumu gün geçtikçe somutlaşan Giuliana’nın durumu sanat-hayat ilişkisinin problemli noktasını da ortaya koyar. Antonioni, sanayileşme nedeniyle, kendi yarattıklarına en başta kendisi yabancılaşan ve bu işin içinden çıkamayan insanı Giuliana’da somutlaştırarak bir hamlede bulunur. Bu hamleyi yaparken de biçimsel anlamda yeni bir standart, yeni bir konum belirler. Bir anlamda insan-hayat arasındaki mesafenin nedenini sanayileşen dünyaya bağlar. Bunu da sanat-hayat arasındaki mesafeyi kapatacak kudrette, olağanüstü stilize bir sinema eseri ortaya koyarak yapar.

Alain Bey

Şairin problemi diğer sanat dallarında da şiirsel bir şeyler aramasıdır. “Şair Tarkovski” “Kieslowski’nin o şiirselliği” gibi laflar ederek, sinemada da şiir görmeye çalışır. Hâlbuki şiirsel olanın şiirle bağlantılı olması gerekmez. Bir şiirsellik varsa o sanatın kendi içindeki şiirselliktir. Chantal Akerman’daki şiirsellik böyledir mesela. Yazılan, öğretilen şiirden ziyade sinemadaki şiirseli yakalamıştır Akerman. Neredeyse hiçbir olayın olmadığı filmleri Akerman’ın zaman ile kurduğu ilişkinin de bir yönüdür. Akerman’ın yavaşlığı yepyeni bir biçimdir. Çok az kesmenin olduğu, uzun plan-sekanslardan oluşan Chantal Akerman filmlerinin bu yavaşlığı biçimsel bir ortaklığın zeminlerinden biridir. Mesela bir Ergin Günçe ya da Ahmet Murat şiirinde de aynı sakinliği bulabiliriz. Ama tekrar ediyorum, bu içerikle ilgili değil tamamen biçimsel bir ortaklık. Görüntüdeki sakinlik, Günçe ve Murat’ın “Pastoral” diyebileceğimiz şiirlerindeki sakinliğe yakınlaşır.

Örnekleri çoğaltmak mümkün. Yasujiro Ozu’nun ya da Wim Wenders’in yavaşlığı da bu örnekler içindedir. Ama mesela Wenders’in yavaşlığı bütünüyle “zaman” üzerinden kurulan bir ilişkiye denk düşerken (Bkz: Zamanın Akışında), Ozu’nun yavaşlığı zamanın üstünde ya da zamanın dışında, geçmeyen bir zamanla alakalıdır (Bkz. Tokyo Hikâyeleri ya da Bir Güz Öğleden Sonrası). Ozu felsefede Bergson, şiirde ise uykuları ve rüyalarıyla Zafer Ekin Karabay’a dönüşebilir. Zafer Ekin’de de hep zamanın dışında, uyku ve rüyalara sığınıp, geçen zamandan kurtulmaya yönelik hamleler vardır. Yine, Godard’ı bir Mustafa Irgat ya da Ece Ayhan’da görebiliriz. Üçünde de birbirine çok benzeyen yeni biçim arayışları, kırıp dökmeler vardır.

Bütün bu ilişkileri şiir ve sinemanın arasında bir farkın kalmadığı düzlemlerde oluşturmak en önemli durumdur. Çünkü bir yönetmenin şiir yazması ya da şairin film yapmasından bahsetmiyoruz kesinlikle. Şiirde zaten var olan sinemanın ya da sinemada zaten var olan şiirin ortak bir biçimsel zeminde buluşup sonsuzlaşmasından bahsediyorum. Bunu yakalamak biraz da bir “fark-ediş” sezgisinin gelişmesiyle mümkün olacak. Bergman’ın karamsarlığının biraz da Turgut Uyar olduğunu sezdirecek bir fark ediş bu. İşte o zaman Giuliana ile Sami Baydar şiirleri arasında bir fark olmadığını ya da Alain Leroy’un Ruhi Bey olduğunu görebileceğiz.


Daha önce Şerhh Dergi'nin ikinci sayısında yayınlandı.

15 Şubat 2015 Pazar

Melek Sahiden..






-Neden böyle oluyor M.? 
-Nerede onlar?
-Kimler?
-O zürafalar işte, uyuduğun bütün zürafalar, bir zürafayı uyuyabildiğin zamanlar.
- 1989’da.
-

Yürüdüğü kentlerden değil Ankara. 2011 diye bir yıl yok. 2011 diye bir yıl var. Bu yılda kış Mayıs’ta başlamış. Bir şey değil aslında. Yalan bunlar. Unutmak falan değil. Yalan bunlar. Sadece eksik durumlara alışabilme fikri. Normalde dışarıdan baksan “e çirkin bu” ya da “klişe bu” diyeceğin şey. Başka biriyle saçma ve aptalca olanın bir başkasıyla çok acayip ve duygusal olması ne komik değil mi M.? Komiğe gülünebilse gülerdik. Ağlanabilen şeyler tuhaf. Durup bir miktar su akıtıyorsun. Bu totalde litreleri buluyor. Biz buna sebep ararız da bir türlü yapamayız güzelim M.

Sevgili M. eğer kalsaydın bugün 22 yaşına basacaktın. Ben seni beş yıl önce başlayan bir Şubat’ta görmüştüm. Saçların vardı, oluyordu. 17 yaşında biri neyden bahsedebilir ki? Sen de işte onlardan bahsediyordun. Ama bilhassa Tezer Özlü falan diyordun sonra da Nilgün Marmara. “Al işte çattık yine.” durumuydun sen. Sadece bu yüzden aşağılık olabilseydim keşke. Ama sadece bu yüzden değil.

Seni anlamam ya da hak vermem mümkün. Bunlar aslında dünyanın en aşağılık şeyleri. Hak vermek nasıl bir kolaycılık. Senin hayata katılma oranın sıfırdı. Dünyaya bulaşma oranın sıfır. O gün geçiştirmek yerine Fassbinder’den bahsetmek isterdim sana. Bak bu filmler derdim, işte bu filmlerde gördüklerin için bile kalabilirsin. Ama biz Placebo konuşmuştuk. Senin ağladığın bir şarkı vardı. Placebo’lu şarkı vardı. Unutmadım vardı. Keşke demek de saçma M. Bu kış çok önce başladı. Ama en basitinden gider Tyrannosaur izlerdik. Kar yağmadı sevgili M. Bir kış boyu uyanmak sana koymazdı. Bana olanlar yalan zaten. Sen olanları çoktan bırakmıştın. Ben de yorganların altından çıkamadım. Kış bitti bazılarına. Kış bitti bir yerlerde. Ama bu Şubat nasıl olsa birkaç yıl sürer.

11 Şubat 2015 Çarşamba

Bring Me The Disco King






Isparta’ya gitmiştim. Tam olarak 22 Şubat 2009’da. Isparta ile hiçbir ilgim yoktu. İzmir’den ortalama bir sürede yaptığım yolculuk uykuma düşmandı. Sanırım hatam gece yola çıkmaktı. Yaklaşık 6 saat boyunca müzik dinleyip yola bakmıştım. Sabah 6’da hayatımda ilk kez geldiğim bir kentte ne yapacağımı bilmediğim için poğaça yemiştim. Biriyle görüşecektim. Fakat görüşeceğim kişi ile randevum 11’deydi. Saat 7’ye kadar bir şekilde Otogarda oyalanmış, 7’de ise bir servise binip kent merkezine inmiştim. Pazar günüydü. Sokaklar boş, hava soğuk, dünya ise tuhaftı. 

Bilmediğim sokaklara girip çıkıyordum. Bir ara eski ahşap evlerin olduğu bir yere geldim. Elimdeki dandik telefonun kamerasıyla birkaç fotoğraf çektim. O sırada yanıma biri geldi. “Turist misin? dedi.  “Yok değilim.” dedim. Bir şey demeden uzaklaştı yanımdan. Sonra kent merkezindeki caminin yakınında bir bank bulup oturdum. Dünyada hiçbir şey olmuyordu. Isparta’da hiçbir şey olmuyordu. Kulaklıklarımı takıp David Bowie’den bir şarkı açtım. Cami manzarası ve topluca konup topluca havalanan birkaç kuşa bakarak hayatımı düşündüm. Ne yapıyordum? Orada ne işim vardı?

22 Şubat 2009. Bir şeyleri unutmak çok büyük bir lüks. Ben o lükse sahip değilim. 22 Şubat 2009’da o bankta üstümdeki parkanın önünü iliklemiş ve bağcıkları çözülmüş ayakkabıma uzun uzun bakmıştım. “Bütün bunlar nereye varacak Aras?” demiştim. Ellerimi cebime soktum. Biraz poğaça duruyordu. Çıkarıp elimde ufaladım ve kuşların olduğu yere attım. Bir süre sonra kuşlar geldiler. Yerdeki kırıntıları yiyip gittiler. Kafamı kaldırıp nereye uçtuklarına baktım. Kuşlar bir apartmanın ardında kaybolana kadar baktım. 

9 Şubat 2015 Pazartesi

Oda Denizlerinde





İndiğimde yok. Yürüyorum. Baya komik bir filmden çıkmışım. Yürüyorum. Boynuma bir ağrı giriyor. Ona gözlerim sona erdi diyorum. Karanlık bir minibüs beni odama götürüyor. Minibüsteyim. İyi ki varsın diyorum. O bunu duymuyor. Mesafe azalsın diye minibüsün camını açıp dışarı bakıyorum. Hâlâ 10 saat öteden sesimi duymasını.

O sene yağmur başladı. Evin içinde ağrı sürüyor. Bir süre sonra görüyorum. “Ne oldu sana?” Bana ne oldu. Yatağa giriyorum. Geri kalkıyorum. Evi dolaşıp tüm ışıkları kapatıyorum. Apartmanı dolaşıp tüm ışıkları. Siteyi dolaşıp tüm ışıkları. Kenti dolaşıp tüm ışıkları. Savaş bitince yatağa dönüyorum.

Uykumda kelimeler var. Kelimeleri görüyorum. “Geçecek” diyor bir tanesi. Uykum bana düşman. Onu yenmek için ışıkları açtım. Bu kez gerçekten iyi kalktım. Odamın duvarları çok uzun. Odamın duvarları gökyüzünde. Mutfağa giderken gözlerim başladı. İyi ki yoksun. Beni burada. Ya da karşıdan karşıya geçerken.

Kendimi unutmamak için yatağımı aynanın önüne taşıdım. Işıkları kapattım. Yatağa girmeden önce bir müddet ellerimi yaktım.