Yeni
bir dil arayışı içinde olan ya da yeni denen şeyi sadece dil ile ilgili bir
problem sayan şairler bazı tuzaklara düştüler. Yapılan dilbilimsel çalışmaların
sonunda gelinen nokta “Dil yalan. Bu sözcükler anlamsız.” gibi bir şey olduğu
için elimizde kalan şey yeni olandan ziyade, süslenmiş bir klişe oldu. Çünkü
dilin problemli bir şey olduğu ve kelimelerin gerçekten de bazı anlamlara
gelmediği zaten bilinen şeylerdi. Bana kalırsa bütün göstergebilim yahut
dilbilim çalışmaları sadece bu bilinen şeyi yeniden hatırlatmış, bu durumu
kuramsallaştırmış oldular.
Şiir
deneyimi ya da bilişsel deneyimin bir kriz halinde olduğu uzun zamandır
söyleniyor. Bunun ne demek olduğunu ben tam olarak anlayamıyorum. Ama bu krizi
genel olarak “sanatın krizi” olarak aldığımızda durum biraz daha netleşebilir.
Zira yeni biçim ve standartların icadına tanık olan 20.yüzyıl sanat deneyimi
bugün yeniden güncelleniyor. Bu az çok bilinen bir şey. Fakat bu güncelleme
yine kriz içinde olan siyaset, tarih ya da dil üzerinden yapıldığı için ortaya
yepyeni bir kriz çıkıyor. Ve bu böyle sürüp gidiyor.
Bir
Ayrılık
Şiir-dilbilim
ilişkisinin sonlarına yaklaşmış durumdayız. Bunu iddia edebilirim. Bütün
araştırma alanları artık tanımlanmış durumda. Evet, Derrida birçok konuda
haklıydı belki. Ya da Deleuze’ün “Kekeme” şiiri bize bazı şeyler ifade etmişti.
Ama bunun, bu “Kekeme” düşüncenin şiiri nasıl olacaktı ya da olabilir miydi? Bu
durumlar neredeyse hiç tartışılmadan şiire sokulduğu için “Deleuzeyen şiir”
yazmaya çalışan ve kısa zamanda ortadan kaybolan bazı genç şiir ilgilileri de
oldu. Oysa Deleuze’ün bahsettiğinin biçimsel değil de içeriğe, içkinliğe
yönelik bir hamle olduğu pek konuşulmadı.
Alman
Sinemasının aktüel auterlerinden Christian Petzold, bir röportajında şöyle
diyordu: Evet Deleuze ya da diğer
filozofların üzerimde etkisi oldu. Onları okuduğumda düşünme biçimlerimin
değiştiğini de söyleyebilirim. Ama dürüst olmak gerekirse, sete gelip kameranın
başına geçtiğimde “Haydi Deleuzeyen bir şey yapayım” diye hiç düşünmedim. Çünkü
kameranın arkasında Deleuze biter, sinema başlar. Sinemada da “Deleuzeyen” bir
biçim yoktur. Deleuze etkisi çıksa çıksa içerikte, içkin bir durumda ortaya
çıkar.
İşte
bu durumu şairler henüz anlayamadıkları için dilbilimsel ya da postyapısal arayışları
şiir içi bir tartışmanın bitmeyen malzemesi haline getirdiler. Oysa düşünce
bazında işleyen bir durumu biçim haline getirmenin, hele ki şiirde mümkün
olamayacağı kimsenin aklına gelmedi. Düşüncedeki içkinlik yerine, düşüncede
bahsedilen biçimin kelimeler üzerinden şiire yedirilmesi hamlesi kesin bir
başarısızlıkla sonuçlandı. Neyse ki Görsel Şiir bu başarısızlığı bir nebze de
olsa ortadan kaldıran yeni bir biçim olarak etkinlik kazandı ve şiirde yeni bir
standart, yeni bir duygulanım oluşmasını sağladı.
Avangart
Geldi Babama Dayandı
Avangart
sanat eski standartların yetersizliğini ve acizliğini apaçık ortaya koymuştu.
Bunun üzerinden neredeyse 100 yıl geçti. Neoavangard durumda ise avangardın
ortaya koyduğu “Biçimsel bir işleyişle yeni standartlar ortaya koyma
gerekliliği” bir kez daha gerekli hale geldi.
Avangart
sanat, toplumsal direniş hareketleriyle doğrudan temas halindeydi. Fakat bu
temas içerikteki bir ortaklıktan ziyade biçimsel bir ortaklığa işaret ediyordu.
Buna “Direnme biçimlerindeki bir biçimsel ortaklık” demek mümkün. Aynı şekilde
sanatlar arası bir ortak zeminin de içerikten ziyade biçimsel bir sorgulayış
üzerinden kurulması da avangart düşüncenin ortaya koyduğu bir durumdu. Bugün bu
düşünceyi –şiir özelinde- pratik ve anlamlı hale getirmenin yolu ise dilbilim
ya da göstergebilimi bir kenara bırakıp yeni dostlar edinmekten geçiyor
Radikal
hareketler 20.yüzyılda Marksist bir motivasyondan hareket etse de avangardın
kendi anarşist yapısı çoğu zaman baskın olmuştur. Bugün yapılacak, yaratılacak
yeni biçimsel sorgulama reel sosyalizm düşüncesinden ziyade, yeni yaşama ve
hissetme biçimlerine yönlendiren ve yine anarşizan olandan beslenen bir
sorgulama olarak değer kazanıyor. Sanat, siyaset ve tarih arasındaki ilişkiyi
hiyerarşik bir konumlandırmadan uzaklaştırıp biçimsel anlamda ortak bir zemine
kavuşturma mitosu gün geçtikçe realiteye dönüşüyor. Ama dediğim gibi içerikten
ziyade biçimsel bir ortaklık bu. Ölçme birimi ve duygulanım biçimlerindeki
krizi, dolayısıyla sanatın krizini aşmanın yolu –şiir özelinde- diğer sanat
dallarıyla kurulacak olan biçimsel ortak zeminde yatıyor.
Antonioni’nin
Hastaları
Sanatın
krizi diyorduk. Bu krizin iki yönü var. Biri insan-hayat ilişkisinde, diğeri
ise sanat- hayat ilişkisinde ortaya çıkıyor.
İnsan
ile hayat arasındaki mesafe artıyor. Bu mesafe, bir aralıkta olduğu gibi
yakınlaşmayı değil, kelimenin gerçek anlamını, yani uzaklığı temsil ediyor.
Mesafenin örneğin bir şiire dönüşme noktası ise sanat-hayat ilişkisinin bir
problemi haline geliyor. Mesafeyi kapatmanın yolu daha çok dilbilim vs. gibi alanlarda
arandı. Ama yukarıda dediğimiz gibi, gelinen noktada elimizde kalan yeni bir
şey yok. Görsel Şiir kendini bir eleştiri hamlesi olarak konumlandırdığında,
harflerin ve kelimelerin kıskacından şiiri kurtardığında ise yeni bir aralık
ilişkisi için uygun zemin oluştu. Görsel şiirin Çağdaş Sanat ile flörtü bu
“aralık” ilişkisi için biçilmiş kaftandı. Ama ileride bu ilişki de bir problem
yaratacak gibi görünüyor. Modern sanat müzelerinde ya da neoliberal sistemin
paragöz işadamlarının sadece sanattan da anladıklarını ilan etmek için kurdukları
müzelerde görsel şiir sergileri de yapılacak gibi görünüyor. Ama şiir,
kelimelerle yaptığımız ve bazı insanların “konvansiyonel” dediği şiirin çıkış
yolu diğer sanat dallarında, özellikle de sinemada gibi görünüyor.
Örneğin
insan-hayat arasındaki mesafeyi hiçbir sanatçı Michelangelo Antonioni kadar net
ortaya koymamıştır. Bugün şiirin de problemi olan insan ve hayat arasındaki
mesafenin ne olduğunu Antonioni’nin Kızıl Çöl (Il Deserto Rosso) filminde net
bir şekilde görebiliriz. Ultra kapitalizm çağında, insanın tanımını “Hastalık”
olarak yapan Antonioni, bunu bir estetiğe çevirip, sanatın bir meselesi haline
getirebilen ender sanatçılardan biridir.
Kızıl
Çöl’ün bütün dramatik yapısı, etrafında olup biten her şeye aynı şaşkınlıkla
bakan ve bir türlü olan biteni anlayamayan Giuliana karakteri üzerine
kurulmuştur. Giuliana, modern (“Modern” “kapitalist batılı” anlamına da
gelebilir. O bulmuştur zaten bu sözcüğü.) insanın bir örneğidir. “Olan biteni
anlayamayan”dan kastım ise çok basit. Giuliana, bir fabrikanın bacasından çıkan
dumanı, bir kuşun neden öyle uçtuğunu ya da insanların bahsettikleri herhangi
bir şeyi “anlamıyor”. Bunu da tıbbi bir hastalıktan dolayı değil -her ne kadar
filmde bir kaza geçirdiğinden sık sık bahsedilse de-, yeni ve modern insanın
tanımı olan (Antonioni’nin koyduğu tanım) hastalık nedeniyle anlayamıyor. Her
şeye aynı mesafeden bir hasta gözüyle bakan ve bu hastalık durumu gün geçtikçe
somutlaşan Giuliana’nın durumu sanat-hayat ilişkisinin problemli noktasını da
ortaya koyar. Antonioni, sanayileşme nedeniyle, kendi yarattıklarına en başta
kendisi yabancılaşan ve bu işin içinden çıkamayan insanı Giuliana’da somutlaştırarak
bir hamlede bulunur. Bu hamleyi yaparken de biçimsel anlamda yeni bir standart,
yeni bir konum belirler. Bir anlamda insan-hayat arasındaki mesafenin nedenini
sanayileşen dünyaya bağlar. Bunu da sanat-hayat arasındaki mesafeyi kapatacak
kudrette, olağanüstü stilize bir sinema eseri ortaya koyarak yapar.
Alain
Bey
Şairin
problemi diğer sanat dallarında da şiirsel bir şeyler aramasıdır. “Şair
Tarkovski” “Kieslowski’nin o şiirselliği” gibi laflar ederek, sinemada da şiir
görmeye çalışır. Hâlbuki şiirsel olanın şiirle bağlantılı olması gerekmez. Bir
şiirsellik varsa o sanatın kendi içindeki şiirselliktir. Chantal Akerman’daki
şiirsellik böyledir mesela. Yazılan, öğretilen şiirden ziyade sinemadaki
şiirseli yakalamıştır Akerman. Neredeyse hiçbir olayın olmadığı filmleri
Akerman’ın zaman ile kurduğu ilişkinin de bir yönüdür. Akerman’ın yavaşlığı yepyeni
bir biçimdir. Çok az kesmenin olduğu, uzun plan-sekanslardan oluşan Chantal
Akerman filmlerinin bu yavaşlığı biçimsel bir ortaklığın zeminlerinden biridir.
Mesela bir Ergin Günçe ya da Ahmet Murat şiirinde de aynı sakinliği
bulabiliriz. Ama tekrar ediyorum, bu içerikle ilgili değil tamamen biçimsel bir
ortaklık. Görüntüdeki sakinlik, Günçe ve Murat’ın “Pastoral” diyebileceğimiz
şiirlerindeki sakinliğe yakınlaşır.
Örnekleri
çoğaltmak mümkün. Yasujiro Ozu’nun ya da Wim Wenders’in yavaşlığı da bu
örnekler içindedir. Ama mesela Wenders’in yavaşlığı bütünüyle “zaman” üzerinden
kurulan bir ilişkiye denk düşerken (Bkz: Zamanın Akışında), Ozu’nun yavaşlığı
zamanın üstünde ya da zamanın dışında, geçmeyen bir zamanla alakalıdır (Bkz.
Tokyo Hikâyeleri ya da Bir Güz Öğleden Sonrası). Ozu felsefede Bergson, şiirde
ise uykuları ve rüyalarıyla Zafer Ekin Karabay’a dönüşebilir. Zafer Ekin’de de
hep zamanın dışında, uyku ve rüyalara sığınıp, geçen zamandan kurtulmaya
yönelik hamleler vardır. Yine, Godard’ı bir Mustafa Irgat ya da Ece Ayhan’da
görebiliriz. Üçünde de birbirine çok benzeyen yeni biçim arayışları, kırıp
dökmeler vardır.
Bütün
bu ilişkileri şiir ve sinemanın arasında bir farkın kalmadığı düzlemlerde
oluşturmak en önemli durumdur. Çünkü bir yönetmenin şiir yazması ya da şairin
film yapmasından bahsetmiyoruz kesinlikle. Şiirde zaten var olan sinemanın ya
da sinemada zaten var olan şiirin ortak bir biçimsel zeminde buluşup
sonsuzlaşmasından bahsediyorum. Bunu yakalamak biraz da bir “fark-ediş” sezgisinin
gelişmesiyle mümkün olacak. Bergman’ın karamsarlığının biraz da Turgut Uyar
olduğunu sezdirecek bir fark ediş bu. İşte o zaman Giuliana ile Sami Baydar şiirleri
arasında bir fark olmadığını ya da Alain Leroy’un Ruhi Bey olduğunu
görebileceğiz.
Daha önce Şerhh Dergi'nin ikinci sayısında yayınlandı.